garip bi' geri dönüş olabilir...
Yalan Dolan

Ve işte öyle durağan - ya da bi’ iki Post-Althusserci arasında kalsın - inanılmaz derecede sıradan, garip bi’ şekilde geçip gitmiş zaman…
İyi pişmiş bi’ kayık kılıklı Bot Böreği sonrasında ve arada sırada rokadan yapılmış bi’ Yoğurtlu Semiz eşliğinde, bi’de Salı gününün olanca hissizliğiyle birlikte uzayıp gittik hiç mi hiç bilinmedik bi’ sessizliğe.
İlk Tanık :
O sırada biz yanıp-yakılmaktaydık, ellerimizde onlarca su tabancası birbirimizi yargılamaktaydık; nedeni bilinmez benim sadece yüzüm ıslanmıştı, bi’ başkasının da avuçları, hatta aramızdan onlarcası sırılsıklamdı yoksunluktan.
Çok Başka bi’ Tanık:
Ve işte o gün kurşuna dizdiler hepimizi, olanca hızıyla geçip giden zamana karşı da olası tek suçumuz miskinlikti.

Daha Başkası:
Kafeslere kapatıldık önce, hiç kesişemeden bütünleniş kümelere ayrıldık. Çünkü bambaşkaydık onlara göre; hırsızdık çokça, katildik, orospuyduk, ibneydik hatta onların lüzumsuz kalabalığının içinde hiç kimselersizdik... Daha kimbilir bimem neydik, nelerdik?
Daha da Başkası:
İlk kurşun bana saplandı o şafak vakti, sonra bi’ uğursuz akıttı kanını sokaklarına Ankara’nın. O gün sıra sıra öldük biz ve sırf bu yüzden tertemiz oldu Ankara.
Ne pembe kravatında acılı ezme lekesi kalmış bi’ pezevenk kaldı ortada, ne de kırılmış apartman topuğuna bakıp bakıp iştahlanan bi’ kevaşe.
Alakasız Biri:
Hepimizi vurdular o sabah, dükkanını geç açtığı için kendinden nefret eden küçük esnafın apır-sapır hıncı için belki, ya da sabah dokuz, akşam altı arası kuyruk sallaması salık verilmiş hükümsüzlerin YOKLUĞU adına, hadi hiç olmadı cemaat/cemiyet denilen çok bilinmezli denklemin X’iyle Y’sinin arasında vuku bulan cinsi münasebet sebebiyle; tüm bağırsaklarımızı siyah bi’ poşet içinde elimize verdiler bizim.
Kör – Sağır – Dilsiz Bi’de Sakalsız; tanıklıktan çok (kanık)sanıklıkla denk, bizden biri ya da değil:
Oysa o gün epeyce gençtik biz, onların sabah kahvaltıları yumurtanın demine kalmışken, aynı kravatı, aynı ceketi, aynı gömlekle aynı pantolonu aynı ütüyle ütüleyip, karılarını, kocalarını, çocuklarını, hatta kedi ve köpeklerini aynı dudaklarla öptüklerinde hiç olmadığımız kadar miskindik, hem de hiç yapmadığımız kadar tembellik yapmıştık.
Cellat:
Beni bile vurdular o sabah, o aynı kravata, aynı sakal ve saç traşına, aynı kıyıcılığa, aynı tapıcılığa rağmen sekiz kurşunla parça-pincik ettiler böğrümü. Oysa ben onlardandım, giyotinimi onlar yapmıştı, yüzüme maskeyi onlar takmıştı. Ama ilk ölen ben oldum, onlar bilmez…
Asıl Dangalak:
Demir parmaklıklar var; önümden geçiyorlar o tepeden inmeci bakışlarını eksik etmeden; küçücük çocuklarını da kendileri gibi giydirip büyütmüşler. Bize bakıyorlar, hani utanmasalar o saraylara saltanatlara yakıştırdıkları asaletlerinden; sıyırıp eteklerini, açıp fermuarlarını cesetlerimize işeyecekler…
Ama ne oluyorsa; yokluğumuz ete kemiğe bürünmeden siliniyor uslarından. Ne kanımız kalıyor asfaltta kurumuş ne de aralarından çıkan bi’ iki vandalın koparttığı başlarımız…
Geriye Kalan:
Yine o silah sesleriyle doğrulurken tam yattığımız yerden; Seçkin havalı tüfeğiyle boş bi’ pet şişesini vuruyor, Çağdaş topuklarını vuruyor yere hınçla, Cenk boynunu bükmüş, Onbaşı midye tezgahının başında… İlginçtir yine Sakarya Caddesi’ndeyiz ve yine o Tüp Geçit’in ayağında kendimize başka başka bitişler kurguluyoruz!
Murat Kara
Nefes / 24-09-2011 / 03:46

Yorumlar