El Salla Frank Rijkaard...


Galatasaray’ın sene başında tıkır tıkır işliyor gibi gözüken oyununu izlerken akla düşen ‘acaba’lar bugünkü durumun da cevapları aslında.

Acabaların ismi-cismi sezon başında apaçık belliydi.. Birincisi Gökhan Zan’dı mesela; onun bazen üst düzey maçlar çıkarabildiğini biliyorduk ama uzun vadede bu ritmi sürdürebilecek bir oyuncu olmadığını da biliyorduk. Nitekim sürdüremedi de.

İkincisi Leo Franco’ydu; 2000’deki Galatasaray-Mallorca eşleşmesinde İspanyol takımını Galatasaray’ın kupa yolundan çeken isimdi. Savruktu, dengesizdi; Terim’in ‘Kalesini bırakır, görünce aşırtın’ emriyle başlayan ve ilk ayakta biten çeyrek finalin karşı kahramanıydı. Bugünlerde Arjantin pasaportu taşıyan her üç kişiden birisinin çağırıldığı Arjantin milli takımındaki örneği görülmemiş arayışlara bile dahil olamamış bir kaleciydi. İspanya’da ‘şakayla karışık’ tanınan bir isimdi.

Rijkaard Galatasaray dergisi’ne verdiği röportajda Leo Franco’nun kafasındaki sistemde oynayabilecek bir kaleci olmadığını, ‘ama onun da farklı meziyetleri var,’ eklemesiyle yumuşatarak da olsa, açıkça söylemişti.

Üçüncüsü Mustafa Sarp’tı; gerçekten milli takım seviyesinde bir orta saha oyuncusu muydu, yoksa Galatasaray’ın kadro derinliğine +1 yazdıracak faydalı bir transferden ibaret miydi? Bildiğimiz ikincisiydi, ilk 8-10 maçta gördüğümüzse birincisiydi. Galatasaraylıların neredeyse tümü(ben dahil elbette) adı gibi bildiğine değil, 8-10 maçlık kısa bir dönemde ‘denk gelen’e inanmayı seçti.

Leo franco’nun yeni bir Taffarel olduğuna inanmak istedik.
Hiçkimseyle uyumluyu bırak ikili bile olamamış Gökhan Zan’ın Servet’le uyumlu bir ikili olduğuna inanmak istedik.
Mustafa Sarp’ın iki ceza yayı arasındaki dev alanın her noktasında etkili olan komple bir orta saha oyuncusu olduğuna inanmak istedik.

Ne yazık ki adımız gibi bildiğimize değil, gözümün önünde cereyan eden geçici bir düşe inandık.

Bu bir yeni dönem Galatasaraylı hastalığı aslında: Görmezden gelmek, mümkünse pek düşünmemek, aklımızı yitirmek pahasına 2000’i geri istemek…

Rijkaard’ın Skibbe/Bülent Korkmaz yönetiminde acilen unutulması gereken bir sezon geçiren takımı +Keita’yla göklerde uçurması beklenirken üç ‘acaba’nın hiçbirisinin onun isteğiyle yapılmış transferler olmadığı akla getirilmedi. Elano-Lincoln farkının ancak ezbere oynayacak kadar oturmuş bir takımda gerçek anlamda ortaya çıkacağı, Elano’nun bir bireysel yetenek harikası olmadığı gözden kaçırıldı..

Sezonun akışına geri dönelim..

Devre arasında üç ‘acaba’nın birisi kalıcı olarak yok edilirken (Neill’ın takıma katılışıyla), diğer ikisi sakat oyuncuların (Kewell-Baros) yol açtığı zorunlu transferlerden ve sezon ortası transfer döneminde seçeneklerin sınırlı olmasından dolayı sorun olmaya devam etti. Rijkaard bu noktada büyük ihtimalle bir kumar oynadı; ya orta sahaya tam olarak istediği kalitede olmasa da Sarp-Topal-Barış denemelerine son verebilecek bir ismi transfer edip müthiş hücum gücünü riske atmayı göze alacaktı, ya da zaten fazlasıyla güçlü ancak hasarlı olan bölgesindeki seçenekleri arttırıp her koşulda yediğinden fazlasını atabilecek bir takım oluşacağını umut edecekti.

Nonda’nın gönderilip Jo’nun alınması asli hedefin UEFA kupası olmadığını gösteriyordu zaten. Rijkaard öncelikle ligi ve şampiyonlar ligi biletini seçti. Kumarda ikinci şıkkın hedefe ulaşmak için daha kestirme bir yol olduğunu düşündü. Orta sahanın tahkimini sezon sonuna bıraktı; daha geniş bir seçenek havuzundan sisteminin yumuşak karnını daha keskin ve kalıcı bir şekilde ‘tedavi edebilecek’ oyuncuyu aramayı seçti.

Rijkaard kumarı kaybetti. (Sezon sonunda şampiyonlar ligi bileti hatta şampiyonluk gelse dahi bu fikrim sabittir; bundan sonra hala hiç de imkansız olmayan bu hedeflerden birine ulaşılsa bile, bu ancak ‘şans’ın da yardımıyla olacaktır) Belki yanlış düşünmüştü, değişkenleri doğru saptayamamıştı, ya da sadece şansı yaver gitmemişti.

Rijkaard sadece 1 (yazıyla bir) sezonu kaybetti. Aynen Skibbe’nin ve Bülent Korkmaz’ın yaptığı gibi… Elinde onlarınkinden öyle çok da daha iyi olmayan bir kadroyla.

Skibbe ve Korkmaz’dan farklı olarak Rijkaard, havluyu Mehmet Topal’a pas yapmayı öğretmeye çalışırken attı. Sabri’ye ne zaman savunmada kalması, ne zaman Keita’yı desteklemesi gerektiğini öğretmeye çalışırken…

Rijkaard hiç değilse 10 milyon euro değeri olduğunu sandığımız adamların futbolun temel kurallarını dahi bilmediğini gözümüzün içine sokarak yaptı bunu. Fevkalade bilip de bilmiyormuş gibi yaptığımız bir şeyi zorla öğreterek yaptı.

Rijkaard’ın sistemine uymayan, adapte olamayan ‘uzun vadeli’ forma yarışından düşecekti. Böyle bir ismi takımınızın başına getiriyorsanız bu eleminasyonun arkasında durmak zorundasınız…
İki maç-beş maç-onsekiz maç, hatta bir veya iki sezon kaybedildi diye ‘Bu adam futbolu bilmiyor’ çığlıkları atmaya başlamamalısınız…

Rijkaard ilk sezonunda hangi oyuncuların neyi yapabileceğini tam olarak göremese de, hangi oyuncuların neyi asla yapamayacağını tam olarak görmüş oldu. Bu noktadan sonra oyuncuları da eleştirse, elindeki kadronun planladığı futbolu oynamak için yetersiz olduğunu da dile getirse, benim gözümde haklıdır.

Şu ikisini karıştırmamak gerekiyor: Futbolseverlerin büyük çoğunluğu gibi ben de Galatasaray’ın kadrosunun Türkiye liginin en iyi kadrosu olduğunu düşünüyorum. En güzelini futbolculuğunda Rijkaard’ın da parçası olduğu kuşağın oynadığı futbol içinse kesinlikle yetersiz olduğuna inanıyorum. Hedef bu ligde şampiyon olmaksa takımın başına Lucescu ya da Terim getirilip şampiyonluğa kestirmeden ulaşılabilir. Ama hedef ‘başka türlü bir şey’se, Galatasaraylıların süre/maç/sezon sınırlaması koymaksızın Rijkaard’ın arkasında durması ve Mehmet Topal, Sabri, Servet gibi modern futbolun m’sine temas ettiklerinde defoları açığa çıkan isimlerin silinişini ya da bu sisteme ayak uydurarak yeniden var oluşunu izlemesi gerekiyor.

Aşı hiçbir zaman tutmazsa (ki bu da elbette bir olasılık) kaybedilen en fazla beş sene olur. Sonra yine ortalama üç senede bir lig şampiyonluğuna, yirmi yılda bir Prekazi ya da Hagi gibi mucizelerin elinden çıkan ‘sürdürülemeyen’ Avrupa başarılarına geri dönülür.

Aşı tutmazsa en fazla beş sene gider.
Aşı tutarsa..
On sene sonra başka bir teknik direktörle dahi olsa, projenin başlangıcındaki isimle, ‘Rijkaard’ın Galatasaray’ı’ olarak anılacak, isimlere,sezonlara,kuşaklara bağlı kalmaksızın var olduğu her kulvarda yolun sonuna kadar gitmeyi gerçekçi olarak hedefleyebilen bir futbol takımı, bir kazanma geleneği yaratılmış olur.

‘Denemeye değmez,’ diyen Galatasaraylı varsa parmak kaldırsın, sonra da kovalım gitsin Rijkaard’ı…

Ben gibi demeyenler içinse, ‘El salla Frank Rijkaard’ türküsü gelsin…

Yorumlar

Yorum Gönder