"Bir yüzün resmini çekmek bir ruhun resmini çekmektir"
GODARD
Le petit soldat
Ne masum kalabilmiş ne de hakkıyla orospu olabilmiş bir garip zamandı. Kanlı canlı bi' vazgeçişin ya da hazır hayattayken, daha çok da dışarıdayken ve bilmem kaç kere daha kıyısındayken tüm mümkünlerin tutunacak bi' dal aramanın anıydı. Ülkenin o kaba elli bi' travestiyi andıran olmamışlık yıllarında, hayatıma girmek için geç kalmış bir babayla birlikte tanıdım Ankaragücünü... Kimisi koca memeli, kimisi düşük çeneli, çoğunun dişleri dökülmüş, bazısının yüzü kıpkırmızı ama istisnasız hepsi it gibi korkutulmuş kadınlar, üstlerine vazifeymiş gibi mahallemizin duvarlarını çoktan tülbent beyazına boyamışlardı. Çünkü kırmızı boyalarla usumuza yazılan sloganların beyaz badana altında hayatımızdan çıkma süreci çoktan yaşanmış olmalıydı. Ve o sıralarda hiç tanımadığım bi' adam babamı benimle iletişim kurabilmesi için futbolu kullanabileceğine ikna edebilmişti. İşte ben o günlerde müşerref olabildim futbol denen masaldan hallice deliliğe. Babam olanca yorgunluğuyla, bende sekiz-dokuz yaşlarında bir şaşkınlıkla; tarihini hatırlamadığım bi' Ankaragücü-Gençlerbirliği maçında; kendimize yepisyeni, gizli saklı bi' yaşama alanı yarattık ve Ankaragücü çocukluğumun kör bir noktasına sızabildi usulca.


...
Karanlıkla aydınlığın, masa üzerinde rakıyla sigaranın kıyasıya savaştığı bi' zamandı. İnsanların birbirlerini muhbirlikle suçlamaktan yeni yeni vazgeçtiği, anarşinin(!) sokaklarda kol gezmekten imtinayla vazgeçirildiği yıllardı. Ve ben çocukluğumun olanca ahmaklığıyla birlikte, en çok da babama duyduğum yabancılık eşliğinde Ankaragüçlü olmuştum...
Ondan sonraki yıllarda; önce öksürük sesinden nefret etmekten, sonra bol küfürlü cümlelerde ismi geçen Kenen Evren'i herhangi BİR ADAM SANMAKTAN utandım. Yıllar boyunca tüm stad "kupa beyi Ankara" diye inlerken kızarıp, sıkılıp, nihayetinde sessizce olduğum yere oturup öylece kaldım. Ama ne Ankaragüçlülüğümden ne de o tribünde varettiğim kendimden bi' gram dahi utanmadım. Ortaokulda dersten kaçıp antreman sahasına gittiğimde, bilet parası bulamamışsam son on dakika bile olsa tribüne girebilmek için kapıda bekleyen polisle gözgöze geldiğimde dünyanın en mutlu adamı bendim. Çünkü taraftardım; sevgilinin kulağına bi' Baudelaire fısıldarken aniden maç özetlerini izlemek için ayaklanmak gibi ahmakça ya da tansiyonu yüksek bi' tartışmaya diyalektik özdekçilikle girip cümlenin sonunu seksendokuzda direkten dönen topa getirebilmek gibi delice olsada, ben bu oyunun bi' tarafıydım.
...
Ama şimdi sahada sarı şort giymiş onbir tane Melih gökçek'i seyretmemek için taraftarlığımı asıya alıyorum ve hiç içimi yakmadan Ankaragücü küme düşürülsün istiyorum.
Bana sen Ankaragüçlü değilsin diyorlar.
Halbuki o kadar Ankaragüçlüğüm ki anlatamıyorum.
Ne zaman iki kelime etmeye kalksam bişeyler düğümleniyor boğazımda apışıp kalıyorum.
Cenaze namazı esnasında imam hakkınızı helal ediyor musunuz? diye sorduğunda; bağırarak "hayır" diyebilmek için, yargılanmayacağını çok iyi bildiğim Kenan Evren denen yaratığı hayatımdan çıkarmıyorum ve 12 Eylül'ün yaşanıp da biten bi' süreç olmadığını, ne yaparsam yapayım o orospudan hallice zamanı kendimde bitiremeyeceğimi bildiğim gibi; artık maçlarını takip etmeyecek, hatta adını bile ağzıma almayacak olsamda Ankaragücünü içimden söküp atamayacağımı biliyorum.
...
bunu yazanı kaybettiyse kümede kalması terbiyesizlik :-)
YanıtlaSil